Archive for Anonimler

Sufi Diliyle Aşk

Dünyaya ve gündelik hayata ait pek çok sorun arasında bunalmış insanın, kendi ruh derinliklerine doğru seyahat isteği, tarih kadar eski bir arzudur. Zamanın ve mekânın herhangi bir yerinde yaşanmış böylesi her tecrübe, zamanın ve mekânın o kesitinde hâkim olan semavî dinin renklerini şu veya bu ölçüde taşır. Duygu ve düşüncenin eğitilerek bireyin olgunlaşmasını hedefleyen bu cereyanlar, mevcut dinin hükümleriyle birlikte kendilerinden önceki benzer arayışların da ayrıntılarından yararlanırlar. Zira insanın gönül dehlizlerinde çıkacağı bu tehlikeli yolculukta kendisine yol gösterecek olan kılavuz, yazılı kaynaklardan ziyade sezgilerdir. Sezgini eğitilmesi için de insanlığın tarih boyunca biriktirdiği ve nesilden nesile mucizevî bir şekilde aktardığı tecrübelerden yararlanılması gayet tabiidir. İç âleme dönerek dış dünyaya karşı kayıtsız bir tavır sergilerken, maddeden ziyade manayı ön plana çıkarıp düşüncenin olgunlaşmasını ve böylece derinlikli, ince ve çok boyutlu bir kavrama refleksi geliştirilmesini savunan bu insanların, yaşadıkları asırlarda “pasif bir mistik protesto” içerisinde algılanmaları kaçınılmazdır. İşte bu noktada tasavvuf, ritüel kökenleri Hz. Peygamber’in hayat tarzında gizli olmasına karşın, İslamiyet öncesi semavi dinler içerisin de görülen mistik tefekkür akımlarıyla aynı ihtiyaç zemininde filizlenmiş bir düşünce sistemidir. Hatta daha da ileri giderek denilebilir ki İslam tasavvufu: insanlığın varlığından beri süregelen rûhî aydınlanma arayışlarının en kapsamlı ve en detaylı olanıdır.

Dış dünyanın bir çok ilgi ile kendisine bağladığı insanı bu geçici ve yapay ortamdan koparıp gerçek ve edebi aleme davet etme iddiasındaki tasavvuf; en az dış dünya kadar renkli bir iç alem kurmak zorundadır elbette. Bu nedenle de kozmoloji, tarih, astronomi, tıp, felsefe, mantık, tabiat bilimleri, halkbilimi ve edebiyat gibi bilim dallarını tüm uğraş alanlarını kendi içerisinde bütünlük ve tutarlılık arz eden özgün bir bakış açısıyla tekrar yorumlar. Aile hayatı, eğitim hayatı, iş hayatı, ticaret hayatı, ikili ilişkiler ve diğer sosyal alanları dini referansların yanı sıra kendi kurallarını da kullanarak yeniden şekillendirir. Yemek, içmek, uyumak vb. bedeni ihtiyaçları en aza indirgeyerek insanın maddi dünya ile olan münasebetlerini dilediği düzeye çeken sûfi öğreti, bediî ihtiyaçları ise ihmal etmez. Aksine kâinatın önemli denge unsurlarından biri olmak üzere göreli kılınan güzelliğe ve ondan billurlaşan aşka, hiçbir beşeri öğretide olmadığı kadar önem verir. İnsanın ve evrenin yaratılmasından mahşere ve ebedi hayata, yıldız ve gezegenlerin konumlarından insan anatomisine, doğa olaylarından bitkiler ve hayvanlar âlemine kadar bütün kâinatı “aşk” penceresinden okur. Dillendirmek istediği gerçekler için de çoğu kez yine aynı hassasiyetle akıldan ziyade gönle hitap eden “şiir” formunu tercih eder.

Tasavvuf düşüncesine göre kâinatın yaratılışı “ilahi bir aşk macerası”na dayanır. Mekânsız bir mekânda bulunan Tanrı, zamansız bir zamanda kendisine duyduğu sevgi ile bilinmeyi istemiş, bizatihi isim ve sıfatlardan kâinatı ve insanı yaratmış, ruhlar âleminde gerçekleşen ilahi diyalogla da insan, aşkı ve “aşkın gerçek sahibi”ni unutmayacağına dair söz vermiştir. Dolayısıyla bütün varlıklar âleminde Tanrı’nın ve bu ilahi aşkın izleri vardır. Aşk tüm yaradılış şifreleri aşk üzerine kodlanmış olan kâinatta insan olabilmenin ve insan kalabilmenin ilk şartıdır. Mutasavvıflara göre insanın aşkla olan ilişkisi, dünyevi değerlerle sınırlı bir tercih değil, dünyadan da eski bir taahhüt ve fıtratın bir gereğidir:

Siz şöyle sanmanız kim ben şimdi âşık oldum;
Canım ezel gününde aşka ulaşageldi

“Kâlû Belâ” denmeden, “Elest”den ileriden;
Türlü mihnete aşık anda dolaşageldi

(Eşrefoğlu Rumi)

Sufilerin bu aşk telakkisi, ayakları yere basmayan tamamen semavi bir teori olarak düşünülmemelidir. Bakmasını bilen için insan da dâhil olmak üzere kâinatın her zerresi “aşkın gerçek sahibine” açılan bir penceredir aslında. Tanrı’nın, ilahi cemalinin birer parçası olan dünyevi güzelliklere yine onun yeryüzü halifesi konumundaki insanın gözlerinden bakması, evrenin yaradılışına sebep olan zati sevginin kıyamete dek sürecek ayini hükmündedir adeta. Her ne bahaneyle olursa olsun bu güzelliklerden yüz çevirmekle kaybedilen ilk değer insanlık olacaktır.
Şeyh Vefâ Hazretleri’nin meclisinden nakledilen şu latifede de bu anlayış vurgulanmaktadır:

Bir gün Şeyh hazretleri’nin şerefli meclisinde ve yüce huzurunda güzellerin ve güzel yüzlülerin nokta nokta benleri, ayva tüyleri ve başka güzellikleri hakkında sohbete bulunulur. Dervişlerin içinden perişan ve coşkun gönüllü biri başını kaldırarak sorar: “Sultanım! Acaba alemde güzellik güneşinden etkilenmeyen var mıdır?” Şeyh Hazretleri cevap verir: “Hay Derviş! Sen bilmez misin; cihan içinde ne domuzlar vardır!”
Gerçekten de tasavvufi düşünce, insanlığın istismarına açık her kavrama yaptığı gibi aşkı da billurlaştırarak göklere kanatlandırmak niyetindedir. Gülşenî ya da Mevlevî şeyhliğine yükselmiş bir mutasavvıf da olsa insanı hayran bırakan bir güzelle karşılan sûfî, o güzellikte Tanrı’nın tecelli ettiğini ve âşıkları da işte bu ilahi tecelli ile yine Tanrı’nın teselli ettiğini düşünür. Siyah saçlı, ela gözlü, servi boylu vb. her güzelde görülen ve görüldüğünde insanı dertlere düşüren, aslında hep aynı ilahi güzelliktir. Ona göre halk; aşk, âşık, maşuk isimleriyle meşgul olurken, gerçekte güzelliğin arkasından temaşa tadına varan yine Tanrı Teâlâ’dır.

Vech-i dilberden cemalinle tecellâ eyledin
Ehl-i aşkı ol tecelliyle tesellâ eyledin

Aşkla maş’uk u aşık ismin ızhâr eyleyip
Ma’nide hüsnün gerisinden temeşâ eyledin

(H. Sezâî)

Ey beni aşkınla ser-gerdân u hayran eyleyen
Gün yüzünün gösterip her gece nâlân eyleyen
Bir civân-ı serv-kâmetde yine gördüm seni
Şimdi oldur hâlimi hep ye’s-i hırman eyleyen

(Esrâr Dede)

Sûfî, yaratılmış her şeyle gölgesi kadar barışık kimsedir. Zîrâ tüm mahlûkatta aşkı gören mutasavvıf için aşk, insanı dört bir yanından kuşatan uçsuz bucaksız bir ateş denizidir. Aşk acı vericidir ama kâinatın gerçek manada bir parçası olmanın yolu da ateş denizlerinde yanmaktan, boğulmaktan geçer. İnsan, bu ateş denizine dalmalı, ancak ondan içerek kanmalıdır. Bütün bu tehlikeli yolculuğa ruhunda başlayıp onu yine ruhunda tamamlayan sûfî, kendisine boş gözlerle bakanlarca bir ölüden farksızdır. Ama aslında o, kendisini aşkta yok ederek “ölümden önce ölmüş” ve böylece sıradan fanilerin fenası olan beden ölümünden ruhen sıyrılmış ölümsüzlüğü bulmuştur.

Aşk, varlıklar âleminin hayat kaynağı, güneştir. Güneş ışınları gibi tüm kâinatı sarıp sarmalar. Yaratılmış olan her şey ancak onunla varlığını sürdürebilir. Onu görmezden gelmek, yeryüzünde yaşayıp güneşi inkâr etmeye benzer. Fakat o, güneş gibi kendisinden bihaber yaşayanlara bile cömertçe davranır. Gâh havada-suda, gâh toprakta-yerde gizlenir, bir an bile onlardan ayrılmaz. İsim-cisim sahibi her varlık dünyada bulunuşunu güneşe, mana âlemindeki yerini ise ona borçludur. Değişkenlik, süreklilik, yenilik, zenginlik, asillik ve daha birçok hasleti zıtlarıyla birlikte taşıyan kâinatın birebir aynısı durumundaki insan gönlünü, ruhsuz bir taş parçasından ayıran ancak ve ancak aşktır. Kâinat olsun, gönül olsun küçük büyük bütün âlemler huzuru, mutluluğu, bereketi, refahı ve kendilerini yaşanır kılan her türlü özelliklerini aşka borçludurlar:

İşidin ey yârenler; aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misâli taşa benzer
Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer

(Yûnus Emre)

Meyhanesi arştan yüce bir sakinin elinden cân kadehiyle içilmiş “belâ” şarabıdır aşk. Şarap, içeni sarhoş ettiği gibi aşk da sahibinin dengelerini altüst eder. İçkilerin şahı nasıl ki şarapsa, hisler âleminin sultanı da aşktır. Beş duyuyla idrak edilen her şey ezel meclisinde içilen bu ilk kadehin sarhoşluğunu tazeler. Ayılmanın mümkün olmadığı aşk sarhoşluğu, gerçeklerin gerçeğine nazaran aslında tamamen hayal hükmündeki dünyadan sıyrılıp gerçeğe duyarlı bir başka boyuta taşır sûfî’yi. O, hayale gerçek gibi iman eden halk nezdinde sarhoşken bunca zühde ve ibadete rağmen gerçeği görmeyen halk da sûfî’nin gözünde bir ölüden farksızdır.

Sâfî nûrdan aşk şarâbı
Cür’asını dolu gördüm
Şöyle içtim mest olmuşum
Kend’özümü deli gördüm

Zâhidâ mürde-kalb oldun
Mekr eyledi zühdün sana
Aşk şarabı içmeyeni
Diri değil ölü gördüm

(Armağân)

Akıl beldelerinden aşk ülkelerine çıkılan yolculukta konaklanacak son duraksa cinnettir. Aklî melekelerini kendi isteğiyle bertaraf ederek sürekli bir sarhoşluğun kucağında yaşayan sûfî için delilik, aşk kalesinin cümle kapısıdır. Aklını yüreğinin emrine verip yüreğindeki tüm değer yargılarını da “Leylâ” ile değiştiren “Mecnun” gibi, boynuna takılan aşk zincirlerinden boşanmayı istemez:

Aşkın odu ciğerimi
Yaka geldi yaka gider
Garip başım bu sevdâyı
Çeke geldi çeke gider

Firkat kâr etti canıma
Gelsin âşıklar yanıma
Aşk zinciri dost boynuma
Taka geldi taka gider

(Eşrefoğlu Rûmî)

Gönlünden aşk fikirlerini, dilinden aşk zikirlerini düşürmeyen sûfînin tek amacı, “ezel”de verdiği ikrârı inkâr etmemektir. Onun için aşktan gayri hiçbir şeyin birbirinden farkı yoktur. Mescidi meyhaneden, Kâbe’yi put haneden ayırt edemez. Ciğerlerine çektiği her nefesle aşk sarhoşluğu bahşeden kâinat meyhanesini terk etmeyecek bir rinddir o. “Sevgili”nin elinden içtiği “elest” şarabı ile ezelden ebede dek doğruyu yanlıştan ayıramayacak bir sarhoş olmuştur artık:

Tâ ezel “kâlû belâ”dan eyledim ikrâr-ı aşk
Öldürürlerse beni ben etmezem inkâr-ı aşk
Zâ’il olmaz haşre dek kalbimde bu efkâr-ı aşk
Her nefes verdikçe zikrim dâ’imâ ezkâr-ı aşk

Arifem fark etmezem hiç Kabe’yi puthaneden
Aşık u rindem cihanda çıkmazam meyhaneden
Bâde-i câm-ı “elest”i nûş edip cânâneden
Mest-i lâ-ya’kil olup oldum edeb hammâr-ı aşk

(G.Askerî)

Hasılı, tasavvufi düşüncede aşk, dünya hislerinden bir his değil aksine dünya, aşkın etrafında pervane olan aşıklardan yalnızca bir tanesidir. En küçük zerresiyle bile aşkı haykıran kainatın içinde insan da, “mağdûr-ı aşk” değil, bütün uzuv ve kabiliyetleriyle bir “mecbûr-ı aşk”tır. Mecburiyet halinde ne gerekiyorsa o yapılmalıdır, zira mecbûr, mâzûrdur!

İltifat etmez Süleymân-ı zamâna nûr-ı aşk;
Hükmeder sultana zira böyledir düstür-ı aşk!
Mest olur, mecnûn olur, nâmûs u ârı terk eder;
Ey Sezâî böyledir âlemde çün mecbûr-ı aşk!

(H.Sezâî)

Yorum Yapın